İki selvi arasında
                                                            deniz gözlü bir bebek doğmuş
                                                            ismi SELVİ
bir filmden etkilenmiş de koymuş(adını)  al yazmalı annesi
 
 

Geçenlerde izlediğim bir televizyon programında anlatılanları düşünüyorum da, artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak da, dedirten o somut gerçekle tekrar yüz yüze geldiğimi fark ediyorum. Aslında o programı izlemiş olmak bile gerekmiyordu bunu bilmek için. Her şey o kadar ortadaydı ki.   “Eskiden devletlerin gücünden ve zenginliğinden bahsedilirdi. Şimdi ise çok uluslu şirketler ulus devletlerden çok daha zengin bir durumda. Mevcut birkaç çok uluslu şirketin sahip olduğu ekonomik güçle, dünya üzerinde var olan ülkelerin tamamı refaha kavuşturulabilir."

Derken bir sabah çağıldayan su sesiyle uyandığım, geceleri aynı sesin eşliğinde yıldızları seyrederek uykuya daldığım, bahçeden kendi ellerimle topladığım taze domates ve salatalıkla kahvaltı edip, tandırda pişirdiğim ilk ekmeğimi sıcak sıcak yediğim bir yer geliyor aklıma. Dağların içime en derin çizgiyi orada çektiğini, resimle hiçbir alakam olmamasına rağmen birden dağ resimleri çizmeye başladığımda anladığım, gönül çelen bir yer, Selvi´nin doğduğu yer orası. Henüz orada doğduğunu ve orada neler olduğunu fark edecek yaşta da değil, ama bir gün görecek ve anlayacak o da. Yaşadığı yere (Uludere) ismini veren o derenin kenarında oyun oynayamayacağını görecek birkaç sene sonra. Belki, yıllar boyu ninni gibi çağıldamasını dinlediği derenin bir çöplükten farksız olduğuna ilk şahit oluşu, onun ilk hayal kırıklığı olacak.

Selvi büyüdüğünde de bir şey değişmeyecek. Belki şimdikinden de beter bir hal alacak Uludere´de yaşam. Belediye başkanı dünyaya hükmeden çok uluslu şirketler gibi borusunu öttürmeye devam edecek. Çalışanlarına aylarca maaşlarını ödemeyecek. Çöpler toplanmayacak. Seçimlerde feodal gücünü kullanıp bol bol oy toplayacak ve tekrar makamına oturacak. Görevini layıkıyla yerine getirmeden yıllar boyu hüküm sürebilecek. Uludereliler bundan rahatsızlık duyacaklar. Bu düzenin değişmesini isteyecekler. Uludere´nin sularının çöplerden kurtulmasını dileyecekler. Batıdan gelen ve eli kalem tutanlara "Bunları bir bir yaz," diyecekler. Yaz ki birileri duysun sesimizi ve çözsün bu sorunumuzu. Hep bekleyecekler. Eli kalem tutanların bu sorunun çözümünün asıl Uludere halkının elinde olduğunu, tepki göstermeleri gerektiğini söylemesi bir şey değiştirmeyecek. "Madem söylediniz ve görevini yine de yapmadı, o zaman toplayın bütün çöpleri ve makamının önüne yığın bir dağ gibi," demeniz işe yaramayacak. Çünkü korkacaklar. Ağalık kanununun işlediğini, belediye başkanı olmasının yanında, bu yönüyle de dokunulmazlığını hükme bağladığını söyleyip, tepki gösteremeyeceklerini dile getirecekler. Sen yaz, belki biri duyar sesimizi,” diyecekler ve ellerinden gelebilecekken, faydasız bir umudun dertlerine çare olacağını sanarak çöplerin içinde pis kokulu bir yaşama boyun eğecekler. Korku bellerini bükecek. Korku zamanla sivrisinek üretecek. Korku hastalıklara kapı açacak. Korku doğayı tahrip ederek bir süre sonra yaşamlarını ellerinden alacak. Selvi´ye sağlıkla yaşayabileceği bir hayat sunamayacaklar Uludere´de. Selvi´yi korkuyla büyütüp Selvi´ye korkuyu aşılayacaklar. Çöplerden bir mezar yapıp Uludere´nin güzelliklerini o mezarın içinde çürümeye bırakacaklar. Uludere´nin "çok uluslu şirketi" olan belediye başkanı herkese yetecek olanı herkesle paylaşmak yerine, bir faydası dokunmadan çekilecek bir gün makamından. Selviler, Uludere´nin çağıldayan suyunun neden sustuğunu anlayacaklar o zaman. Kim bilir belki de anlamayacaklar. “Nehirler hayattır ve hoyrattır,” diyecek eli kalem tutan biri onlara. Korkudan sağır olmuş kulakları duymayacak. "Derken elinde kalaşnikof tutan kara kuru gençten biri, ansızın kapıda beliriverecek. Sen, diyecek, eli kalem tutan ve her şeye burnunu sokan sen, yürü bizimle geliyorsun. Gözlerini bağlayacaklar. Önlerine katıp götürecekler. Hiç bilmediği bir yerde açtıklarında gözlerini, bir yığın silahlı adamla burun buruna olduğunu görecek. Odada bulunan cesetleri görünce ilk defa korkacak. Ölüm, korkuyu tanımayan bünyesine bir bıçak gibi saplanacak silahlardan çıkacak kurşunlardan önce. Onu öldüren de ilk bu olacak.”*

 Eli kalem tutan dostumuz, kendisini bir roman kahramanı yapan yazar dostuna sitem edecek belki de Uludere´den döndüğünde. Korkuya boyun eğmeyen birilerinin olduğuna hayatın içinde inanılmıyor bari romanlarda yaşasın böyle karakterler, diyebilecek. Bir roman kahramanı olarak kendisini beğenmeyecek. Yaşamın içine dönecek ve ruhunda korkuya yer olmadığını her an ölmeye hazır biçimde yaşamakta direterek göstermeye çalışacak. Sonra alacak eline kalemi, Uluderelilerin istediği gibi yazmaya başlayacak. Bir işe yaramayacağını bilecek, ama son noktayı koyduğunda "Yeter ki gönülleri olsun," diyecek. Selviler rüzgârda boynunu bir kez daha bükecek.

 13 Ocak 2004, İzmir

* (Turgay Girgin´in Güneydoğu maceralarımdan yola çıkarak kaleme aldığı, henüz yayımlanmamış ve yeni haberim olduğundan benim için de ayrıca büyük bir sürpriz olan “Doğu’da Ateş ve Gitme” adlı romanından minik bir özet)